Aramızdan ayrılışının dördüncü yılında sevgili yoldaşımızı saygıyla anıyoruz:
Naci Okhan Ortaç
Sol’da ve Boyun Eğme’de yayımlanmış iki yazıdan alıntıyla analım kendisini:
“Ellerini pantolon ceplerine, başını omuzlarının arasına gömmüş, Cağaloğlu’ndan aşağı yürürüyen Büyükadalı genç kaç zamandır İstanbul Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü ile bir serigrafi atölyesi arasında mekik dokuyordu. Birinde profesörleri dinliyor; diğerinde tezgahtaki rakleye yol veriyor, boya karıyor; en önemlisi, atölyede tanıdığı şairin el yazması şiirlerini daktiloya çekiyordu: „Saçlarına kızıl güller takayım, / salın da gel, / bir o yana / bir bu yana!” Bir tarafta profesörler, öte yanda Enver Gökçe ve 40’lı yılların mücadelesinden miras kalmış birkaç yoldaşı. Bir tarafta Üniversite, öte yanda köhne bir atölye… Ve genç adamın bir konuda kafası açıktı: Birinden diploma alacaktı, diğerindense feyz. Atölyeye doğru adımlarını sıklaştırdı.” (Komünist, 16.12.2016)
Naci yoldaşımızın bu yürüyüşü önce İstanbul-Kartal’da fabrikalara, DİSK ve TİP saflarında mücadeleye oradan da TKP sıralarına uzayıp gitti. Hayatının sonuna dek…
Fakat sadece Naci yoldaşımız için değil… İlerleyen yaşlarda belki hepimize ders olacak bir söyleşiyi tekrar okumanızı öneririz:
Bana yapılanı ben yapmayacağım!
(…)
“Tam elli yıldır Komünistim. Daha 1960’ın başıydı. Ağabeyler tanıdım, bana Türkiye Komünist Partisi’ni anlatan. Mustafa Suphi’yi, Karadeniz’de alçakça katledilen on beş yoldaşı onlardan dinledim ilk kez. 1946’ları yaşamış, 51 tutuklamalarından geçmiş, takipleri, fişlenmeleri, kovuşturmaları, hapishaneleri, işkenceleri tanımış komünistlerdi. Çiçeği burnunda gepegenç bir delikanlıydım. Böylece gönül verdim işçi sınıfının kurtuluşu için mücadeleye. Bir fabrikada işçi olarak çalışmaya başladım. Türkiye İşçi Partisi saflarında mücadeleye katıldım. İşçi yataklarında, sömürü ve baskıdan kurtuluşun yolunun sosyalist gelecekte yattığını anlatmaya koyuldum. Parti’nin bir ilçe örgütünün kuruluşunda canla başla çalıştım…
Ve 12 Mart darbesi… Sokaklar kana bulandı. Yüzlerce insan demir parmaklıklar ardına, üç gencecik devrimci darağacına gönderildi. Ordunun, devletin terörü kasırga gibi esti, sel gibi aktı. (Meğer o hiçbir şeymiş. Sonradan anladık.)
Ama Türkiye sol hareketinin yeni baştan toparlanması gecikmedi. Ve ben 1974 yılında, efsanelerini, kahramanlık ve fedakarlık öykülerini dinlediğim Türkiye Komünist Partisi’ne üye oldum. Kıvancım ve sevincim sonsuzdu. Ve bir zamanlar bana o partiyi anlatan ağabeylerime koştum. Yüreğimden taşan coşkuyu onlarla paylaşmak istedim. Öyle ya, hayatıma ilk ışık tutan, bana yol gösteren, böylece tüm duygu ve düşünce dünyamın değişmesine yol açan insanlardı onlar. Türkiye Komünist hareketinin neferleriydiler. İşkenceler, hapis ve yoksulluklar karşısında boyun eğmemiş savaşçılardı.
Ben, “Türkiye Komünist Partisi… Bilen Yoldaş…” deyince suratlarını astılar. “Bula bula muhacirlerin partisini mi buldun?” dediler. Bir zamanların kahramanlık öykülerini anlatmayı bir yana bıraktılar. “Sen Salih Hacıoğlu’nun öyküsünü biliyor musun?” diye başlayarak kırgınlıkları, küskünlükleri, anlaşmazlıkları, ihanetleri anlatmaya koyuldular. “Biliyorum” dedim, “artık bunların hepsini biliyorum. Ama bildiğim bir şey daha var. Onu da siz öğrettiniz bana: İşçi sınıfının siyasal mücadelesini başarıya götürmenin tek yolu, Komünist partisinin saflarında birleşmekten geçer. Bunun dışında başka hiçbir yol yoktur!”
Bu cümleleri bir zamanlar bıkmadan, usanmadan tekrar eden ağabeylerim, yine de suratlarını astılar. “Şimdi” dedim, “bayrak tekrar yükseliyor. Bizim görevimiz de, bayrağı kim yükseltiyorsa, onun yanında yer almaktır.”
Ve bana küstüler…
Henüz otuz yaşlarını bulmuş, bulmamış genç insanlardık. Bu ağabeylerin bilgilerine, yaşam ve mücadele deneylerine şiddetle ihtiyacımız vardı. Bir zamanlar bana Marksizm’i, Sosyalist devrimi anlatan bu insanlardan öğreneceğim daha çok şeyler olduğunu, benim de onlara gençliğimle, ataklığımla yepyeni bir enerji akıtacağımı düşünüyordum.
Ama olmadı. Onlar küskünlüklerin, kırgınlıkların, kızgınlıkların yükselttiği duvarların arasında sıkışıp kalmışlardı. O duvarları yıkıp çıkamıyor, eski hesapların karmaşasından kurtulamıyorlardı. Bizler sendikalarda, yığın örgütlerinde koşuştururken. kızıl bayraklarla meydanları doldururken, “141, 142’ ye hayır!”, “Türkiye İşçi Sınıfının Partisine Özgürlük!” belgilerinin ardında yürürken, “Bilen Yoldaş çok yaşa!” diye sloganlar atıp, binlerce ağızdan Enternasyonal marşını söylerken, bazıları kenarda durdular. Bizlere şüpheyle baktılar. Böylece giderek kabuklarına çekildiler. atalete düştüler.
Ve bu ağabeylerim böylece bana küskün olarak yaşamdan ayrıldılar, benim içimde de büyük bir boşluk, hüzün ve hayal kırıklığı bırakarak…
Ardından ikinci fırtına geldi. Birincisini arattıran ve Türkiye’de Sol adına birikmiş ne kadar değer varsa yerle bir eden bir fırtınaydı bu. Onu izleyen yıllara yenilgi, çaresizlik, dağılma ve giderek kararan ufuklar damgasını vurdu. Bir zamanlar yığınların üstünde yükselen kızıl bayraklar da görünmez oldu.
Aradan yıllar geçti. Tarihi boyunca her seferinde yenilgilerden, kan ve gözyaşıyla ıslanmış yıkıntılardan yeni baştan doğan Türkiye Komünist Partisi’nin bayrağı bir kez daha yükselmeye başladı.
On yılı aşkındır sabırla, inatla, adım adım ilerleyerek taşınan ve her aşamada biraz daha yükselen bayrağa bakıyorum.
İşçi sınıfının kurtuluş mücadelesini, sosyalizm hedefini gözden yitirmeksizin, onun dışında hiçbir şeye biat etmeksizin ilerleyen bir partiyi gözlemliyorum. Gördüğüm, bir yanda giderek artan sömürüye, yığınları karanlık geleceğe doğru sürükleyen gerici kuşatmaya ve emperyalizmin ülkemizi ekonomik, askersel ve siyasal ablukalar altına almasına karşı mücadele ederken, diğer yanda enternasyonalizmi elden bırakmayan bir parti.
Yunanistan sınırında Yunanlı yoldaşlarıyla kucaklaşan kadınları, Hatay sınırında Suriyeli yoldaşlarıyla omuz omuza emperyalizmin kanlı savaş entrikalarını protesto eden Parti üyelerini, caddeler boyu partinin yayın organı “Komünist”i satan, Parti bildirileri dağıtan TKP’yi tanıtan gencecik komünistleri izliyorum.
Ve bir kez daha kendi kendime söz veriyorum:
Bir zamanlar bana yol gösteren ağabeylerimin yaptığını yapmayacağım!
Geçmişin hesapları içinde boğulup, bu gençleri yalnız bırakmayacağım!
Beynimde, kalbimde biriktirebildiğim güzel, haklı ve yiğit olan ne varsa hepsini onlara aktarmaya çalışacağım!
Geçmişin tortularını değil, savaşkan geleneğini, geleceğim olan bu gençlere taşıyan köprü olacağım!
Bu genç insanların, bir zamanlar hissettiğim yalnız bırakılmışlık duygusunu ve hüznü tatmasına izin vermeyeceğim!”
(Cemil Fuat Hendek, Naci Ortaç’la sohbetin ışığında, “www.habersol.com.tr”, 14.04.2012)